Arkada bıraktığımız 1 Nisan, EOKA’nın kurulduğu gün olarak tarihe geçti.  Kendilerince kurtuluş ve özgürlük tarihidir bu gün, Rumlarca.  Bu gün resmi gün olarak kutluyorlar.  Yani yeni nesilleri zehirlemeye devam ediyorlar.
            1 Nisan, 1955’ten evvel huzurlu bir hayatımız vardı.  İngiliz İdaresi filan deriz de, en azından bu dönemde kavgalarımız ve savaşlarımız yoktu. Masum insanlar da ölmezdi. Özellikle 1 Nisan tarihi itibariyle ilk bombalar ve ilk siilahlar patlamaya başlamıştı.  Masum İngiliz askerleri sırf asayişi korumak için zecri tedbirler almaya başlayınca, Rumların ilk bombaları da patlamaya başlamıştı.
            1955 öncesi, karma bir hayat vardı.  Türk-Rum düşmanlığı yoktu.  Hatta yakın komşular, hemen hemen her gün birbirlerine  kahve içmeye giderlerdi.  Tabii bu sözünü ettiğim insanlar, hiçbir şeyden habersiz ve dostluk temeline dayalı ilişkiler içindeydiler.
            1 Nisan’a çok katı bir tavır içinde girmişti Rumlar.  Artık her gün bir yerlerde bombalar patlıyor, sokak ortasında İngiliz askerleri vuruluyor ve örfi idareler başlıyordu.  Hatırlıyorum ders esnasında İngiliz’in acı acı çalan sokağa çıkma sirenlerinin ardından evlere kapanırdık.
            Rumlar ilk silahlarını bu tarihten önce getirmişlerdi adaya.  EOKA’nın başına suratsız Grivas getirilmişti.  Grivas’ın şahsında EOKA örgütlenirken ve silahlanırken anladık ki bizi bir mücadele bekliyordu.
            Bu süreçte başlar Londra’daki görüşmeler.  Rumlar amaçlarını ortaya koymuşlardı.  Kıbrıs Yunanistan’a bağlanmalıydı kendilerince.
            İngiliz İdaresi Türkiye ve Yunanistan’dan getirilen siyasilerle önemli bir toplantı yapmışlardı. O toplantıda herşey masaya konmuştu.
            Rumlar “Kıbrıs’ı bize veriniz” derken, Türkiye de “Kıbrıs’ı bize geri veriniz, eski sahibi olarak” diyordu.  Tabii bu argüman, daha öteye gidemedi ve bizim tezimiz, “TAKSİM” bazında bir mücadeleye dönüşüyordu.  Yani tümünü alamadık ama adanın yarısını isteriz, dercesine bu tezi ortaya atmıştık.
            Türk tarafı olarak adada huzur içinde yaşamak istiyorduk.  Lakin Rumlar hiç yavaş durmadılar.  Her zaman hareket yarattılar.
            Tıpta bir tabir vardı. “Her zehirin bir de panzehiri vardır” diye bir söz.  Yani EOKA’ya panzehir olacak, ilk etapta Kara Çete ve VOLKAN kurulmuştu.
            Ahmet Sanver hatıralarında bunlara değinir. Yani panzehir açısından TMT’nin varlığı ve faaliyete geçişi, Rum mahallelerine atılan Rumca broşürlerimiz ve meydanlardaki eylemlerimiz.
            Londra’ya yapılan toplantılarda ortaya konulan farklı görüşler, İngilizler tarafından “Adayı taksim edelim ve bu kavga da bitsin” denecekti.
            İlk EOKA ve ENOSİS kelimelerini Lefkoşa’nın köhne duvarlarında, siyah asfaltın üstünde ve büyük mağazaların kepenlerinde görmeye başladık.
            1955 yılında bizler henüz ilkokul talebesiydik.  Artık beyinlerimize ulusal kavga olarak işlenmişti TAKSİM tezi.
            EOKA’nın en azıttığı dönem, 1956’da başlar.  İlk silahlarını Baf’ın Kholaraka köyü sahillerine çıkarmışlar ama iki parti silah sevkiyatında da yakayı ele vermişlerdi.  O EOKA’cıların yakalanmasında önemli rol oynayan Abdullah Çavuş, o yakalamanın bedelini hayatı ile ödemiştir.  Abdullah Çavuş’un eli de bir sürü çocukla ortalarda kalmıştı.
            1955’le başlayan tedbirler, İngilizlerin işsiz Türk gençlerini geçici polis yazmaya başladıkları zamanlardı.
            Bunun en bariz kanıtı, 23 Nisan 1956’da EOKA’cıların bir Türk polisini ve Rumların Ardath tütün fabrikasında aynı gün vurdukları Cüfer’dir.  İngilizler bazı azılı EOKA’cıların başlarına ödül koymuşlardı.  Nitekim Lefkoşa’nın Bodamyalı sokağında dört EOKA’cı polis Nihat’ı hedefe alarak sokak ortasında vurmuşlardı.  O dört EOKA’cıdan üçü Ayluka semtine doğru kaçarak izlerini kaybettirmişler, ancak Yorgo isimli Rum,  arkadaşlarını takip etmek üzere orada duran bisiklete binmek üzereyken, Emine isimli cesur Türk kızı onun üzerine atlayarak kıskıvrak yakalamış ve komşuların yardımı ile Yorgo’nun elini kolunu bağlamışlardı.
            O azılı EOKA’nın başına da beş bin pound konmuştu. Neticede Yorgo İngiliz ipiyle asıldı, Emine de beş bin poundu alarak ailesiyle Kıbrıs’tan kaçırıldı, vurulmaması için.  Emine ile ailesini derhal Türkiye’ye kaçırıldılar.  (Bu olayı bir roman olarak edebiyat dünyasına sokmuş oluyorum.  O romanın adını “Güneşin Gittiği Yere kadar” dır.  Çok yakında bu romanım kitapçıların raflarında yer alacaktır.)
            Sonra daha daha epeyce Türk polis vurulmuştu.
            En acılı olayı Omorfo (Güzelyurt)ta yaşadık.  İstanbul Tıp Fakültesi son sınıf talebesi Erol Ahmet’i hasta annesine Rum eczacıdan ilaç almak için içeri girdiğinde çapraz ateşle onu şehit ettiler.
            Bu arada adanın çeşitli yerlerinde vurulan Türk polisler, İrfan çavuş, Lisani çavuş ve Abdullah Çavuş ve dahalarıydı.
            Ve Rumlar hala daha hüküm giyen EOKA’cıları anma törenlerinde atıp tutuyorlar.  Yaşşayın vre balligariler...  Siz kahramansınız (!) ve siz bulunmaz Hint kumaşısınız.
            Üzerinden geçen yıllar, adaya yapılan Türk çıkarması, adanın kuzey ve güney olarak bölünmesi hala EOKA’cıların akıllarını başlarına getirmedi.  Nitekim yıllar sonra Grivas’ı da nerdeyse vatan haini ilan edeceklerdi.  Yani zaman...