“Mr. No” diye ünlenmek, politikada insanın taşıyabileceği en ağır yüktür…

Rahmetli Denktaş Bey bu “unvan”ı zaman zaman sırtında taşıdı…

Ama; hiçbir zaman bunu içine sindirmedi…

Kendisini “hayırcı” diye sunanlara karşı; “aldım kabul ettim” tavırları sergilemedi…

Bunu bir “kahramanlık” gibi toplumuna sunmaya yeltenmedi…

Hep; Kıbrıs Türk toplumuna “haksızlık” yapıldığını, kendisinin “olumsuz” bir imajı hak etmediğini söyledi durdu…

Rauf Bey’de; temelleri ta İngiliz kültürüne dayanan, içi dolu, uygar bir “hassasiyet” vardı…

Dünyanın inandığı, büyük önem verdiği, çağdaş “değerler” sistemine yatkındı…

Örneğin, “diyalogtan kaçmak” konusu, bunlardan biriydi…

“Dünya bunu nasıl görür?” diye bir kaygı taşırdı…

Masaya oturmayı hiç istemediği günlerde bile; akılcı, ikna edici gerekçelerle kendisini izah etmeye çalışırdı.

Rum tarafına çok kızdığı, öfke dolu olduğu günlerde, “yüzlerini bile görmek istemiyorum” diyerek aynı otelde kalmayı reddettiği günlerde bile “nezaketi” ve davranışını “gerekçelendirmeyi” hiç ihmal etmezdi…

“Türkiye’nin imajı”nın da gailesini çekerdi…

“Türkiye dünyada zorda kalır mı?” sorusunu kendi içinde yanıtlamadan “meydan okumaya” yeltenmezdi…

Kendi boyunu, boyutunu, temsil ettiği toplumun “grado”sunu hep hesaba katardı…

Öyle ABD’ye fırça çekmek, AB’yi aşağılamak gibi gündelik huyları yoktu…

“Dünya dengelerini” iyi okurdu, bilirdi…

Kızgınlığını dizginlerdi…

Öfkesine ayar verme kapasitesi üst düzeydeydi…

Tüm bu saydığım “politik meziyetleri”nin elbette istisnaları da vardı…

Ama genelde dünyanın siyasette “doğru” kabul ettiği çağa uygun “değerlere” saygı gösterirdi…

Siyasette; bir “sorun” varsa, sorunun taraflarının illa ki bir araya gelmesi ve konuşması, tartışması gerektiğini iyi bilirdi…

Bugüne kadar; masadan kaçmanın, diyaloğa kapalı olmanın, önşart koymanın “diyet”ini bu toplum fazlasıyla ödedi…

Ama günümüzde ne oluyor?

Ankara’nın “seçtirdiği” siyasetçi; Rum liderle BM gözetiminde bir “gayrıresmi” görüşme yapmayı dahi anında reddediyor…

BM’nin üçüncü kez adaya gönderdiği Genel Sekreter Guterres’in “kişisel” temsilcisi Maria Hanım, “şok”larını yaşıyor…

Ama yine de BM’nin o nazik, dengeli, işe yaramaz “duruşu”nun kurbanı olarak “Çok yapıcı bir görüşme yaptık” diyebiliyor…

Bunun neresi “yapıcı” Maria Hanım?

Adam, sizinle düpedüz dalga geçiyor…

BM’nin genel kurulu ve Güvenlik Konseyi’nin kararlarına yüzde yüz “ters” taleplerde bulunuyor ve siz kapısının önünde gülümseyerek “çok yapıcıydı” diyorsunuz…

Bir kere, Sayın Tatar; Kıbrıs’ta “çözüm” isteyen bir siyasetçi değil…

Bu konuda dosyanızda onlarca belge olması gerekmez miydi?

Adam’ın gece gündüz tekrarladığı iki talebi var…

Birincisi “Egemen eşitliğimizi tanıyın…”

İkincisi “Rumlara eşit uluslararası statü verin…”

Bunun, “imkânsız” olduğunu, dünya batsa da öyle bir durumun gerçekleşmeyeceğini Sayın Tatar bilmiyor olabilir…

Konuya uzak olabilir…

Rüya da görmüş olabilir…

Ama siz, kendisinden bu “masalları” dinliyor ve sonra da dışarıya çıkıp “çok yapıcı bir görüşme oldu” diyorsunuz…

Bu bir orta oyunu mudur, Karagöz Hacivat gösterisi mi?

Neresi “yapıcı” Tanrı aşkına Maria Hanım?

Yaptığınız “Üçlü görüşme” öneriniz tam bir fiyasko maalesef…

Neyi konuşacaktınız?

“Ortak zemin” arıyorsunuz aylardan beridir…

Buldunuz mu?

“Yok” diyor Sayın Tatar… Yok… Yok…

Anlaşılmıyor mu?

Kolombiya dilinde mi söylesin?

Ülkenizde 8 yıl Dışişleri Bakanlığı yaptınız… BM’de ülkenizi temsil ettiniz… Böyle bir “siyasetçi”ye rastladınız mı?

“Masaya oturmam” diyen biri, sizin oralarda “kabul” görür mü?

Böyle bir siyasi davranış, “doğal” sayılır mı?

Yoksa; “içten pazarlıklı” mısınız?

Gidip raporunuza “Türk tarafı görüşme yapmayı bile kabul etmiyor” diye yazmak için mi tüm bunlar?

Bir de “liderler sivil topluma kulak versin” diyorsunuz…

Maria Hanım; ne Hristodulidis’in, ne de Tatar’ın “sivil toplum” umurunda değildir…

Onları “seçtirenler” sivil toplumun iradesi değil ki…

Her ikisi de; şahin, fanatik, ayırımcı siyasal partilerin oylarıyla seçildiler.

Tatar; İskele’nin bozulmuş “demografik” yapısından neşet etti.

Seçimle değil, atamayla o koltukta oturuyor…

Ankara’nın mumla arayıp da bulduğu bir “isim”dir o…

Görevi; statükoyu korumak, imkânsızı talep ederek çözüm olmasını engellemektir.

Son dört yılda Kıbrıs’ın kuzeyini AKP’nin “arka bahçesi” yapma konusunda çok büyük katkıları oldu.

Öte yandan Hristodulidis ise; Elamcıların, EDEK’in, DİKO’nun, kısacası “red cephesi”nin desteğiyle oradadır…

Tatar’ın “No”larından besleniyor…

İkide bir “masaya dönmeye hazırım” jestleri yapıyor…

Oysa; ne “siyasal eşitlik” ne de “rotasyon” konularında “net” bir politikası var…

Kısacası; bu iki siyasetçiden bir “helva” olmaz…

BM Genel Sekreteri Guterres’e de söyleyin; burada “sivil toplum”da gördüğünüz “istek” ne yazıktır ki bir işe yaramıyor…

Bu yüzdendir ki Erdoğan ile Mitsotakis; dünkü görüşmelerinde “Kıbrıs”ı çok gerilere ittiler…

Gündemlerinde çok daha “öncelikli” konulara yer verdiler…

Gene de iki ülke arasındaki bu “yakınlaşma”nın rüzgârı buralara da gelir diye beklemekten başka çare göremiyorum…