‘Halkın iradesi demokrasinin kendidir, gereğidir’ başlıklı yazımda toplumu bütün olarak kucaklamanın, adaletli yaşamın içselleştirilmesinin zamanı geldiğinden söz etmiştim. Oy vermek istemeyen kesimin sözsüz başkaldırısını duyabilmeyi ve değişimin artık kaçınılmaz olduğunu, yönetilen değil yöneten olma zamanının geldiğinin üzerinde durmuştum.

Durmuştum durmasına da etrafta bir de şöyle bir ruh halimiz var. Rahatız… Hatta öyle bir rahatız ki parmağımızı kaldıracak halimiz bile yok. Trafik ışıklarında kırmızıda geçmeyi normal kabul ediyoruz. Bekleyemeyiz… Önümüze konan bir evrak üzerinde ivedi yazsa da kahvemizi içtikten sonra bu evrağa bakabiliriz. Zil çaldı öğrenciler öğretmeni bekliyor öğretmen gecikiyor sürekli. Bu da normal. Kapalı ortamlarda sigara içme yasağı var ama biz ayrıcalıklıyız içebiliriz. Şurada biri dedikodu yapıyor biz de dinliyoruz. Dinleyip bir de etkisinde kalıyoruz. Hah şuracıkta kapıda kuyruk olduk mesela müsteşarı bekliyoruz. O da habire önemli konular konuşuyor telefoniyen. Aklımız ermeyebilir. Mühim meseleler bunlar. Annesinin doktoru, doktora gidecek hellimcikler, sekreterin oğlu askere gidecek mümkünse bölgesine verilsin. Eğitim işleri, sağlık işleri ve daha birçok şey çözüm bekliyor olsun şimdiki işler daha mühim. Aaa karşımda biri varmış. Bakan da toplantıya çağırıyor. Sayın bakan beni çağırıyor gitmeliyim. ‘Falan karşımda bakanım çözüm bulmaya çalışıyoruz. Hemen geliyorum.’ Biz neyi çözecektik. Hellimcikler… Aman yok neydi sıkıntı yahu? Neyse ne… gelir gelen mühim bir konuysa zaten… Bunlar bir zamanların ‘bugün git yarın gel, sonraki gün de gel sonra da çözelim ya da çözemeyeceğimizi anlayalım’ sistemiydi. Bir sistemimiz de aman kimse çatışmasın, herkes haklı olsun, görevler iç içe geçse vallahi sorun değil zaten bir kişi her işi yapabilir. Hak isteyene yollayın bir kazık sussun otursun. Gelsin oycuklar gitsin oycuklar. Oylar ve koltuklar… Koltuklar ve egocuğum… Maaşcığım… Salla gelsin, salla gitsin. Ay ve kapı… yıl 12 ay ve kapının ardında saklı…

Şaka gibi görünse de çevremiz böyle. Alışmışız. Sanki hiç sorun yokmuş, her şey normalmiş gibi. Bazen bana dokunmayan yılan bin yaşasın şeklinde bir hava da olmuyor değil hani. İster farkındalıklı olalım istersek akıntıya kapılalım görmezden geldiğimiz insanlık onuruna ve insani değerlere yakışmayan her tutum, her davranış eninde sonunda bizi şu ya da bu şekilde vuracaktır. Herhangi bir sorunu görmezden gelmek o sorunu çözmek demek değildir. Sadece sorun üstüne sorun eklemek, karmaşaya neden olmak, doğruyu bulmada yön kaybetmek ve gerçek sorunun bir yanardağ gibi olgunlaşmasına olanak vermektir. Hani halının altına süpürünce etrafı temiz zannedebiliriz. Bu temizlikle bir süre de idare edebiliriz. Bizim ülke olarak halının altına attığımız neler var kim bilir? Nitelik ve niteliksizlik, anormalle normal birbirine karışmış durumda. Her şeyin kestirmesini bulmuş bir toplumuz. Kurnazlığa kafası çalışanlarımız çok. Keşke bu enerjiyi toplumsal kalkınma için kullanabilir olabilseydik.

Şöyle bir düşünüyorum Öztül olarak ne isterdim devletimden diye. İnanmak isterdim, güvenmek isterdim, vatandaş olarak değerli olmak, herkesle bir olmak isterdim derdim. Sonra gülümsüyorum ve çok inandım, çok güvendim, eee değerli de hissetmedim diye cevap veriyorum kendime. Söz benim için çok önemliydi bir zamanlar. Hatta bana göre söz Tanrı’ydı. Şimdilerde sözün değerini sorgular oldum. Söz söylemek kolaydır. Herkesi inandırabilirsiniz. Aslolan sözün yerine gelmesidir. Söz havada kalınca,içerik boş olunca, güven yıkılınca geride ne kalır ki? Kalsa kalsa zaman içinde toplumsal atalet ve toplumsal çözülme kalır. Kabul edilebilir olmayan nokta çözümlerin neler olduğunu bildiğimiz halde ve çözümsüzlüğün bedelini sırayla ödediğimiz halde yapılması gerekenleri görmezden geliyor, sanki bize hiç sıra gelmeyecek gibi davranıyoruz. Bize enjekte edinenleri insanlık onurumuza, temel hak ve özgürlüklerimize dokunsa bile kabul edebilir gibiyiz. Bir şekilde hazmediyoruz. Yani bir değişik halet-i ruhiyedeyiz.