Her gün köşe yazısı yazdığım dönemlerde, “küçücük işlerle” çok uğraşırdım…
Büyük işleri; nasıl olsa yazacak büyük büyük adamlar vardı…
Büyük lokma yerler, büyük büyük laflar ederlerdi…
Ben de, “misilleme” olarak “küçücük”leri dilime dolamayı adet edinmiştim…
Bir okulun tuvaletlerini yazdım bir gün…
Bir avukat, hemen harekete geçti, okulun tuvaletlerini yeniledi…
Bir başka gün, Başbakanlık kavşağındaki bir çukuru yazdım…
Her geçen araç dört yolun tam ortasındaki bu çukurun içine düşerdi…
Üzeri tenekeyle kaplıydı ve her araç çukura düşünce “pat” diye müthiş bir metalik ses çıkarırdı…
Gelen geçen buna iyice alışmıştı…
Başbakan’ın makam arabası da düşerdi aynı çukura…
Hep beraber bu “vurdumduymazlığı” kanıksamış, hatta içselleştirmiştik…
Bu “küçücük” şeyi yazınca, Başbakan hemen emir vermiş, orasını düzelttirmişti…
Bunları yazdıkça,  “Resmin bütününü göreceksin” diye eleştiriler geliyordu…
Oysa; “büyük fotoğraf”ta ne varsa, Türk’ün “şiro”su yıkıp geçmişti…
Küçücük adanın küçücük toplumu küçük işlerle başlasa, kendini bir kanıtlasa diyordum…
Bu toprakları “yurt” yapabileceğimizi göstermemiz gerekir diyordum…
Uygar, modern görünümlü, yaşanabilir, yeşil kentlerden söz ediyordum…
Aslında kimsenin genellikle böyle bir derdi yoktu…
“Büyüklük” şanımızdandı ve tarih bize hep bunu öğretiyordu…
Şimdi bunun meyvelerini topluyoruz…
Topluma halk, yönetime cumhuriyet dememiz de hep bundandır…
AB üyesi dünyaca tanınmış bir devlete “yönetim”; kimsenin tanımadığı bizim idareye “devlet” dememiz de bundandır…
1983’ten beri yaşatamadığımız “KKTC” adlı yapıyı, geçiş noktasındaki barikatta ışıklı dev bir “Forever” tabelası ile tanıtacağımızı sanmamız da…
Bu “büyüklük” sayesindedir ki, Kıbrıslı Türkler’in bütün adadaki toplamı kadar Rum’un yaşadığı güney Lefkoşa’ya Rumlar “town” derken, biz Lefkoşa’nın sadece kuzeyine “city” diyoruz…
Yani onlar “kasaba” biz ise “şehir”iz…
Büyükçe bir kırsal köye dönüşen Lefkoşa için bir zamanlar “gailesi” olanlar örgütlenmişti…
Şimdilerde öyle bir derdimiz yok…
Genel anlamda “gözlerimizi kapatmayı” bir çare gibi algılıyoruz…
Görmemeyi, işitmemeyi tercih ediyoruz…
Her mahalleden, her sokaktan bir “saravallagi” minibüs fırlıyor son zamanlarda…
30 yaşında, 40 yaşında…
Kimisi pembe, kimisi mor, kimisi beyaz…
Ön camlarında koca koca “nazar boncukları” sallanıyor…
Diledikleri yerde, diledikleri zaman duruyorlar…
40 yıl önceki Türk filmlerinden fırlamış Orhan Gencebay’ı çağrıştırıyorlar…
50 yıl önceki Adana sokaklarını, Müslüm Baba’yı anımsatıyorlar bize…
Ya o kocaman demir yığını güvenlik kamerası “tak”lar?
Kaba, hiçbir estetiği olmayan, 50 yıl önce izole edilmiş Türk köylerinin girişlerine dikilmiş metal ayaklar gibi, birer çirkinlik abidesi…
Kimsenin ilgisini çekmiyor böyle “küçücük şeyler”…
Gönyeli çemberinde, keskin dikili taşlarla örgülenmiş 30 cm.’lik daracık yaya yürüyüş yolu da hiçbir sürücünün dikkatini çekmiyor…
Girne girişindeki kocaman yol tabelasının rengi de umurumuzda olmuyor hiçbir zaman…
Hatta “hepsi bitti da tabelaya mı taktın” diye fırça da çekiyoruz, Facebook’ta…
Ercan havaalanı yolundaki gübre kokusu boğazımızı yaktığı zaman da burnumuzu kapatarak çözüyoruz sorunu…
Biz; “küçücük şeyler”le uğraşmıyoruz…
“Fotoğrafın bütünü”ne odaklanmayı seviyoruz…
Koskocaman, ganimet topraklarda kurduğumuz “rejim”dir aslolan…
Gerisi teferruattır…
Bu yüzdendir ki; Cumhuriyet Parkı’nın sınır komşuları, parkın toprağını çevreleyip işgal ettiklerinde ve kendi arsalarına kattıklarında İçişleri Bakanlığı’nı arayarak konuştuğunuz siyasal tayinli bürokrat “hemen bakacağız efendim” der ama kılını kıpırdatmaz…
Bu yüzdendir ki; Sanayi Bölgesi’nin girişinde ana cadde üzerine “kantin” inşa eden kişi için daireyi aradığınızda, yetkili siyasi memur “bir bakalım” der ama hiç bakmaz, hiç de umursamaz…
Bu yüzdendir ki; sokak ortasına park etmiş aracın yanında duran polise “niye yazmıyorsun?” diye sorduğunuzda, “tabii ki yazacağım” der ama, oradan süratle kaçmayı seçer…
Bu yüzdendir ki, Çatalköy’de çirkin bir metal garaj yaparak, yeşil çevreyi mahveden kişi için Belediye Başkanı’nı aradığınızda “Yarın sabah yıktırıyorum” der ama garaja kimse dokunmaz ve sen her gün o “ucube” görüntüyle yaşamak zorunda kalırsın…
Bu yüzdendir ki; başkentin tam da orta yerine, en yoğun kavşağın dibine dozerini, kamyonunu, çalışmayan aracını park edip aylarca orada tutan adama kimse laf etmez…
Bu yüzdendir ki, Enerji Bakanı; “jeneratörler bakımsızlıktan bozuldu” dediğinde kimse ciddiye almaz ve kimse suçlunun cezalandırılmasını talep etmez…
Bu yüzdendir ki; bir ayda 6000 reçete yazan doktor, hiçbir sigorta memurunun denetimine takılmaz, hiç birinin dikkatini çekmez.
İşte tam da bu nedenlerle; iyi idare edilmek, temiz çevrede yaşamak gibi taleplere “incir çekirdeğini doldurmayan” meseleler olarak bakarız…
Bu yüzden “fotoğrafın bütününü görebilmek” gibi bir takıntıya sarılırız…
Son söz: KKTC’den “Kuzeyi kaldıralım, Kıbrıs Türk Devleti olalım” diyenler “resmin bütünü”nde kaybolmuş, ayaklarının dibini görmeden “devlet” oldum zanneden zavallılardır…