Ekrandaki görüntülere bakabilmek, yaşananlara katlanabilmek “yaş aldıkça” daha da güçleşiyor…
Bir yok oluşa “şahitlik” yapmak, insanın tüm mekanizmasını zorluyor…
Gözlerime zerre kadar güvenim kalmadı…
İkide bir sulanıp duruyorlar…
Beynim, kaç günden beridir zorla insanları ikiye ayırmaya odaklandı…
Savaş görenler, yaşayanlar bir tarafta…
Savaş nedir bilmeyenler öteki tarafta…
Ukraynalı gencecik gazeteci kız, acı bir haykırışla “Size savaşın içinden sesleniyorum” dediğinde, beni sürükleyip, çatışma dolu yakın tarihimizin içine savuruyor…
İlk üniformayı, ilk silahı gördüğümde 4 yaşındaydım… Grivas’ın köyümüzde saklandığını söylüyordu büyüklerimiz. Bir anda, yüzlerce İngiliz askeri yığılmıştı daracık sokaklara... Evlerimizin damlarında geziniyorlardı. Dışarıya bir adım attık mı, hemen “Go home” diye bağırıyorlardı.
“Örfi idare”nin ne demek olduğunu o gün öğrenmiştim.
Ukrayna’dan kaçmak için sınıra ulaşmaya çalışan ve üç gün boyunca, kilometrelerce uzanan bir araç kuyruğunda çocuklarıyla aç susuz kalan “anne”nin yüzüne bakamadım…
Yüreğim kaldıramadı…
1964’ün ilk günü, ben de böyle bir kuyruktaydım… Köyümüzü topluca terk eden annelerin ve çocukların arasında… Tepeleri, vadileri, dereleri aşarak yaya olarak kaçarken “savaş”ı hiç de ciddiye almıyorduk…
Kadın öğretmenimizi bir eşeğe bindirmişlerdi… Dağlardan birine tırmanırken eşeğin tökezlediğini ve hocamızın, hayvanın sırtından yere yuvarlandığını gördüğümüzde nasıl da sıkılmadan gülebilmiştik…
O günlerde adımıza yeni bir sözcük adeta yapışmıştı… Bize “göçmen” diyorlardı…
Sömürge çocukları değildik artık, savaşın göçmen çocuklarıydık…
Ukrayna ordusuna esir düşen yirmili yaşlarda bir Rus askeri, annesi ile telefonda konuşurken “Komutanlarımız yaralı askerleri öldürüyor” diyor ve katıla katıla ağlıyordu…
Grivas’ın ordusu Geçitkale’ye girdiği günlerde, Bayraktar Kışlası’na bir havan mermisi atılmıştı Rum tarafından… Derhal kışlayı boşalttılar. Girne Kapısı’na taşıdılar bizi… Liseye yeni başlamıştım… 15 yaşında üniformalı bir mücahittim… Hisarların üzerinde tir tir titreyerek geceler boyunca nöbet tutuyorduk.
Rus askeri ağlarken, tam 55 yıl önce, ondan çok daha genç yaşta, Venedik surlarında hendek içinde gizli gizli aynı işi yaptığımı anımsadım.
Grivas’ın ordusunun işgal ettiği Geçitkale’de göçmen olarak bulunan annem, babam, kardeşlerimden hiç haber alamıyordum. “Ağlamanın” çok ayıp karşılandığı yıllardı… Bu yüzden annem, kendisi için ağlayan bir oğlu olduğunu hiç öğrenemedi…
Sonraki günlerde, Lefkoşa’da, Tantin’in hamamında, Kör Hasan barikatında, Mutallip mevzisinde nöbet tutarken, “savaş”la dalga geçmeyi bıraktım, onun yerine benliğime “korkular” yerleşti…
Çok korkuyordum, çok… Karşı mevzideki yaşıtım Sodiris de çok korkuyordu… Boyumuzu aşan piyadeleri birbirimize doğrultup “kahramanlık” taslarken, “düşmanlığı” beyinlerimizden kovmayı ve “dost” olmayı başarmıştık…
Ülkemizdeki savaş yetmiyormuş gibi, dünyadaki başka başka savaşların da “gailesini” çekiyorduk o yaşlarda…
İsrail ordusu, Haziran 1967’de Arapları top yekün silip süpürmüş, topraklarını dörde katlamıştı.
Lefkoşa’nın Mecidiye sokağında, Akın gazetesinde çalışıyordum. Gazete akşam üzerleri yayımlanıyordu. Sahibi Kemal Akıncı, kocaman transistörlü radyosundan İsrail ordusunun Mısır topraklarına girdiğini öğrendiğinde, hemen manşeti değiştirmemizi istemişti. Yeni manşet “İsrail Sina yarımadasına girdi” olacaktı. Elime “kumpas”ı aldım ve kocaman 72 punto tahta harfleri dizmeye başladım. Tam 6 tane A harfi gerekiyordu. Ancak matbaada yalnızca 4 tane A harfi vardı. Kemal Abi büyük bir maharetle sonunda savaş manşetini “kalıbına uydurmuş” ve rahat bir nefes almıştık.
Öte yandan dünyayı sarsan Vietnam savaşının da etkisi altındaydık. “Napalm” bombasından kaçan çıplak çocukları gösteren o ünlü fotoğraf karesi yüreklerimizi dağlıyordu…
O günlerde ilk şiirimi yazmıştım. Adı “Vietnamlı Ana”ydı. “Sönmezliler Ocağı”nın Şiir Gecesi’nde Ahmet Okan, büyük bir duygusallıkla okumuştu şiiri:
“Şimdi Vietnamlı ana, dalmış düşüncelerinin karanlığına…
Dalmış da; yeni doğacak çocuğunu düşünür…
Mutsuz doğacak o çocuk… Tutsak yaşayacak… Ölümlerin en acısında ölecek…”
diye başlıyordu…
Bizler, toplumlararası “savaş”ın çocuklarıydık, ama başka “savaş”ların çocuklarının acısını da yüreklerimizde duyumsayarak yaşıyorduk…
Kazandığımız en önemli yetenek; saniyeler içinde okul üniformasını çıkarıp mücahit üniformasını giymek, ders kitaplarını fırlatıp baba piyadeyi kuşanmaktı…
Igor Ikar Bakun’u gördüm bir an ekranda… Baba ile oğula uyarı olmadan kurşun yağdırılmıştı… Körü körüne öldürülmüştü dünyaca ünlü köpek eğitmeni…
Savaşın “kör kurşunları” düştü aklıma… 1974 Temmuzu’nda bulunduğum tepede, içinde yatmak için hazırladığım çukura uzanmıştım ki, top sesleri etrafı cehenneme çevirmişti. Az sonra saniyeler önce terk ettiğim çukura havan topu düşünce “Hanyayı Konyayı” anladım…
Balikitre’de, Paşaköy’de, Atlılar’da, Dohni’de öldürülen Türk-Rum çocukları düşündüm.
Savaş günlerinde “esir”lerin toplandığı “mandra”ya girdiğimde, ayağa fırlayan ve benden yardım dileyen yaşlı Rum kadının yalvaran bakışları, insanlığımı delik deşik etmişti…
İçimi acıtan o “utancı” hiç yenemedim. Yaşam boyunca biriktirdiğim “korku”ların rüyalarımı esir almasını hiç önleyemedim.
Bu yüzden de savaşlara, göçlere, işgallere, silahlara bin kere, milyon kere “hayır” diyorum.