15 Temmuz 1974…
Tam 50 yıl önceydi…
Yeşilırmak’taydım…
Bu dünyalar güzeli köyü ve insanlarını ilk kez tanıyordum…
Sabahleyin “Devrimciler” çadırında uyandık ve 15 günlük “Gençlik Kampı”nı terk etmek üzere hazırlıklara başladık…
Saat 10 dolaylarında bir haber geldi…
“Yola çıkmayın, Rum tarafında karışıklıklar var, bekleyin” dediler…
“Öğretmen Koleji”nde okurken, Çanakkale’nin, İntepe bölgesinde “Gençlik Lideri Yetiştirme Kursu”na katılmıştım.
Elimde “Gençlik Lideri” sertifikası vardı…
“Otonom Türk Yönetimi” o dönemde 15-17 yaşlarındaki gençlere yönelik kamplar düzenliyordu.
Yeşilırmak’taki kampta gönüllü olarak görev almıştım.
İlgili Daire’nin üst düzey yetkilisi beni çağırdı ve gençlere yönelik bir açılış konuşması yapmamı istedi.
Konuşmayı hazırladım, yeni aldığım “daktilo”mda yazarak kendisine sundum…
İçinde bol bol “Atatürk” geçiyordu…
Devrimler geçiyordu…
Yetkili bürokrat tuttu; kırmızı kalemle tüm “devrim” sözcüklerini “inkılap”a çevirdi…
Daha birçok cümlem sansüre uğramıştı…
Lefkoşa’dan Yeşilırmak’a gitmek üzere hareket ettiğimizde “lale tarlasına” döndürülmüş sansürlü konuşmayı bana teslim etti.
“Küçük değişiklikler yaptım, ona göre” dedi…
Sarsılmıştım. Bütün hevesim kırılmıştı. Konuşmayı yapmamaya karar verdim.
Bir tepe üzerindeki düzlüğe çadırlarımızı kurmaya başladık.
Anımsadığıma göre 5-6 çadır vardı; her çadırda da 8-10 genç…
Benim çadırdaki kampçılar, liselerden gelmiş, “pırıl pırıl” çocuklardı…
Her birinin kültürel değeri olan bir ya da birkaç marifeti vardı.
Capcanlı, hareketli, benimle uyumlu bir ekipti çadırımdaki gençler…
Daha ilk toplantımızda, onlara yaşadığım “sansür” olayını anlattım.
“Madem ki öyle, bizim çadırın adı Devrimciler Çadırı olsun” dediler…
Tam bir “güce karşı koyma” eksersiziydi yaptığımız…
15 gün boyunca, Yeşilırmak’ta harika etkinlikler düzenledik…
Köylülerle iyice kaynaşmıştık…
15 Temmuz sabahı, yollar kapandığı için Lefkoşa’ya dönemedik. Köydeki Mücahit Komutanlığı, kampçılara köye giriş yollarını “gözetleme” görevi verdi.
Geceleri, sırayla nöbet tutuyordu gençlerimiz…
18 Temmuz günü, BM askerleri eşliğinde “konvoy” halinde Lefkoşa’ya götürüldük.
Yollar; EOKA B’nin silahlı militanlarının kontrolündeydi.
En az sekiz yerde durdurulduk. BM askerleri kim olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi anlatıyor, dakikalarca dil döküyordu.
Heyecan, korku, tedirginlik içindeydik…
Gençleri sağ salim ailelerine teslim etmek zorundaydık.
Sonunda Lefkoşa’ya geldik, Mücahitler Parkı önünde “esaretten dönen” tutsaklar gibi karşılandık…
Gençlerle vedalaştıktan sonra, “E, peki ben nereye gideceğim?” kaygusu sardı beni…
Ailem Geçitkale’deydi… Nişanlım ise Sinde’de…
Geçitkale’ye gitmek, hemen hemen imkânsızdı. Yolda herşey olabilirdi…
Sinde daha yakındı… Daha az karmaşık bir yolcuktan sonra oraya ulaşmak mümkündü.
Lefkoşa’dan çıkışta ve yol boyunca birkaç barikattan geçerek, EOKA’cılara meram anlata anlata kazasız belasız, taksi ile Sinde’ye ulaştım.
Arkasından 20 Temmuz geldi. Düğün hazırlıkları yaparken, kendimi Sinde tepelerinde buldum.
2 aya yakın bir süre geçti oralarda. Ağustos ortalarından sonra eve döndüğümde, mahalledeki çocukların yol kenarında “düğün davetiyelerimle” oyun oynadıklarını gördüm.
“Durun” dedim çocuklara, “Ben bu kartı tanıyorum” dedim.
10 Ağustos 1974’te düğünümüz olacaktı. Savaşın tam ortasına denk geldi. Yollar açılınca, Lefkoşa’nın tek gelinlik mağazasına gittik. “Biz düğün yapmayacağız. Siparişimiz olan gelinliği acaba geri alır mısınız?” diye sorduk. En azından önden verdiğimiz “kaporayı” kurtaralım istedik.
Kadın yüzümüze bir baktı. “Sizin gibi, birçok insan düğününü iptal etti” dedi. Keşke o gelinliği alsaydık, bir anı olarak saklardık.
Yeşilırmak’ı ve Yeşilırmaklıları çok sevmiştim. Toprağın her santimetre karesini nasıl işlediklerini, üretmeye ve olumsuzluklar içinde var olmaya ne kadar bağlı olduklarını hayranlıkla izlemiştim.
Bir gün, o yıl mezun olan öğretmen adaylarını çağırdılar. “Güneyden çok öğretmen geliyor. Öncelikle onları yerleştirmemiz gerekiyor. Bu yüzden sizin atamanız yapılmayacak.” dediler.
Hemen hemen tüm sınıfı, “Muhaceret Dairesi”ne gönderdiler. Dairenin müdürü Kutlu Adalı’ydı. Orada geç saatlere kadar yenilenen kimlik kartlarını yazıyorduk. Upuzun kuyruklar oluşuyor, biz de nefes bile almadan habire yazıyorduk.
Kendimize, Lefkoşa’da yeni bir hayat kurmuştuk. Artık memurduk. Çok sevdiğimiz öğretmenlik mesleği bizim için hayal olmuştu.
Bir gün akşam üzeri, dairenin paydos saatine dakikalar kala, kapıdan içeri bir üniformalı odacı girdi.
Soyadımı elindeki zarftan okuyarak “Hasan Bey kimdir?” diye sordu.
“Benim” diyerek ayağa kalktım. Elinden zarfı aldım ve açtım…
“Yeşilırmak’a tayin edildiniz. Yarın sabah oradaki görevinize başlayacaksınız” deniliyordu yazıda…
Zarfı alır almaz, beni çok sevdiğine inandığım Maarif’teki bir üst düzey bürokratı ziyaret ettim.
“Oğlum sen Halkın Sesi gazetesinde Yeşilırmak halkının öğretmen beklediğini yazdın. Madem ki öyle, git oraya, öğretmensiz kalmasınlar” demez mi? 
Yeni ev kurmuş, döşemiştik. Tüm eşyaları bir kamyona yükledik ve Girne üzerinden Mirtu’ya, oradan da Yeşilırmak’a taşındık… (şimdiki yol henüz yapılmamıştı.)
Orada harika günler geçirdim. Öğretmenliğin aromasını, ilk oralarda tattım…